Yeni_Özgür_Politika 29 Haziran 2009

Türkiye'deki üçüncü kuvvet: Fethullahçılık

Gülen, özellikle eğitim kurumları ve yurtlar üzeri yeni yandaş kazanıyor. Büyük İslami holdingler tarafından finanse edilen burslar veren hareket, sırf Türkiye’de 3 üniversite, 200’den fazla özel okul, 500 dershane ve bir o kadar da öğrenci yurdu, yüzlerce kurs ve din dersi için yaklaşık bin ‘Işık Evi’ne sahiptir. Bu kurumlarda Gülen imparatorluğunun akademik eliti yetiştiriliyor. Ayrıca Türkiye’deki devlet okullarında çalışan öğretmenlerin yüzde 40’ı ve polis memurlarının yüzde 70’inin Fethullahçı olduğu belirtiliyor.

İngiliz ‘Prospect’ ile Amerikan ‘Foreign Policy’ dergileri geçtiğimiz yılın ortalarında dünya çapındaki en önemli aydınlarla ilgili bir anket yapmışlardı. Oldukça yüksek bir rakam olan 500 bin insanın katıldığı anket sonucu, o dönem Türkiye dışında pek de tanınmamış bir isim olan Fethullah Gülen birinci sıraya seçilmişti. Zira onun yandaşları, Gülen’e yakın Zaman gazetesinde yapılan bir çağrıdan sonra ankete yoğun katılım sağlamışlardı. Gülen 2008 yılında yeşil kart almak için Amerikan göç dairesinde yaptığı başvuruda kendini ”olağanüstü yetenekli akademisyen” olarak tanıtırken, Amerikan makamlar ilk öğrenimini tamamlamamış olan vaizin kendine dönük bu değerlendirmesine katılamazdı. Zira Gülen, kendisi ve hareketi hakkında yazmaları için akademisyenlere para ödedi.

Bu yılın Mayıs ayında Potsdam Üniversitesi Dinler Bilimi Enstitüsü ve Gülen Cemaati’ne yakın duran Berlin Kültürlerarası Diyalog Forumu derneğinin Alman Şark Enstitüsü, Potsdam Üniversitesi’ndeki Abraham Geiger Koleji ve Berlin Protestan Akademisi ile ortak düzenlediği ‘Gelenek ve Yenilik arasındaki Müslümanlar - Kültürler arasında bir köprü olarak Gülen Hareketi’ konulu konferans da kuşkusuz yukarıda ifade ettiğim amaçla gerçekleştirildi. Eski-Osmanlıca bir Türkçe ile yaptığı duygusal vaazlerden sonra çok kez gözyaşlarına boğulan Gülen batıda liberal, reformları esas alan bir İslam’ın önemli temsilcisi olarak nitelendiriliyor. Gülen, aralarında Papa II. Paul’un bulunduğu Hıristiyan ve Yahudi temsilcileri ile ‘dini zirvelere’ katıldı. ABD eski Devlet Başkanı William Clinton gibi siyasetçiler Gülen’i ”dost” olarak isimlendiriyor. Sadece Türkiye’de 3-5 milyon insanın ‘Hocaefendi’yi esas aldığı belirtiliyor. 50’yi aşkın ülkede Gülen hareketine bağlı bulunan binlerce okul, vakıf, şirket ve medya organlarının ekonomik değeri 26 milyar Dolar olarak ifade ediliyor. Uzun yıllardan beri ‘Frankfurter Allgemeine Zeitung’ gazetesinin Türkiye muhabirliğini yapan Rainer Hermann, Potsdam’da yapılan konferansta şu değerlendirmeyi yapmıştı: ”Bu hareket, Türklere yeni, modern bir kimlik sunuyor. Bu da siyasi açıdan demokratik, kültürel açıdan da müslüman ve ilerici olarak değerlendirilebilir. Gülen’in vaaz ettiği İslam Batı açısından bir ortaklık ve zenginliktir.”

Sola karşı bir güç

1941 yılında (bazı yerlerde 1938 de deniliyor) ultra-muhafazakar olarak bilinen Erzurum yakınlarında dünyaya gelen Gülen henüz genç yaşlarda Said Nursi’nin İslamcı Nurculuk tarikatına katılmıştı. Nurcular ise, 14’üncü yüzyılda oluşan ve Türkiye’deki en etkili dini akımlardan olan Nakşibendi tarikatının bir koludur. Nakşibendi tarikatının sosyal ağı, Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal ‘Atatürk’ tarafından 1925 yılında çıkarılan İslamcı tarikat yasağına rağmen günümüze kadar varlığını korumuştur. Vaiz olarak İzmir’e atanan Gülen ‘irticai çalışmaları’ndan dolayı 1971 darbesinden sonra kısa süreliğine tutuklu kaldı. Ancak askeri cunta, 12 Eylül Darbesi’nden sonra nicel olarak artık büyümüş olan Gülen Hareketi’ni radikal sol ve Kürt ulusal hareketine karşı bir güç olarak destekledi. Çünkü Gülen, Said-i Kurdi olarak da isimlendirilen ilham kaynağı Nursi’deki Kürt milliyetçiliğin yerine bir Türkiye milliyetçiliği getirmişti, yazılarında temel konu olarak komünizm, ateizm ve evrim teorisiyle mücadeleyi işliyordu. 1981 yılında sonra ise, kendini tamamen hareketinin inşasına verebilmek için Diyanet İşleri Bakanlığı’ndaki vaizlik görevinden istifa etti.

Gülen özellikle İç Anadolu’da yükselen akademik orta sınıf içinde yandaşlara sahiptir. Bunlar ise aynı zamanda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İslamcı-muhafazakar AKP’sinin belkemiğini oluşturuyor. Gülen tarafından vaaz edilen değerler, örneğin emek, öz disiplin ile tutumluk, bir araştırmada ”Müslüman Kalvinistler" olarak isimlendirilen bu kesime hitap ediyor. Gülen’in ‘İslami İnancının Temelleri’ hakkındaki bir kitabında ”Dayanıklık ve sabrımız için başarı ile ödüllendirileceğiz; tembelliğin cezası fakirliktir” deniliyor. İngiliz İslam uzmanı Wendy Kristianasen 1997 yılında Le Monde Diplomatique gazetesinde yayınlanan ve Gülen’in ‘Anadolu Kaplanları’ ile ilişkisini irdeleyen yazısında şu ifadeyi kullanmıştı: ”Zengin Anadolulular, en modern üretim yöntemlerini kullanan aile şirketlerine sahipler, ancak siyaset ve ekonomi çevresinde ilişkileri yoktur.” Gülen, ”taşradaki kapitalistin sesidir ve küçük imparatorluğunu kurabilmek için karşılığında onların parasını alıyor”.

Gülen özellikle eğitim kurumları ve bunlara bağlı yurtlar üzeri yeni yandaş kazanıyor. Büyük İslami holdingler tarafından finanse edilen burslar veren hareket, sırf Türkiye’de 3 üniversite, 200’den fazla özel okul, 500 ders yardım kurumu ve bir o kadar da öğrenci yurdu, yüzlerce kurs ve din dersi için yaklaşık bin ‘Işık Evi’ne sahiptir. Bu kurumlarda Gülen imparatorluğunun akademik eliti yetiştiriliyor. Ayrıca Türkiye’deki devlet okullarında çalışan öğretmenlerin yüzde 40’ının Fethullahçı olduğu belirtiliyor.

Gülen açısından laik sol şeytanı simgelerken, aşırı sağ ile ilişkileri oldukça sıcak. Faşist Bozkurtlar 1991 yılında Refah Partisi’nin listesinden genel seçimlere katıldığında onlara 3.5 milyar Türk Lirası bağış veren Gülen, yandaşlarını söz konusu listeye oy vermeye çağırmıştı. Gülen ayrıca, Mart ayında içinde bulunduğu uçağın düşmesi sonucu ölen BBP Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ile eski dosttu. Yazıcıoğlu, 1978 yılında Maraş’ta 111 Alevi’nin ölümü ile sonuçlanan katliamın baş aktörü idi. Bozkurtlardan kopan ve dini temeli daha ağır basan BBP’nin 1993’teki kuruluşunu maddi olarak da destekleyen Gülen, Yazıcıoğlu’nun ölümünden sonra eski dostu hakkında ”cesur ve dürüst bir Anadolu yiğidi” demişti. Said-i Nursi’nin, laik devletin cepheden saldırılmayacak kadar güçlü bir rakip olduğu yöndeki düşüncesini esas alan Gülen hükümetlerle iyi ilişkilere geliştirmeye önem veriyordu. Bu nedenle 1990’lı yıllarda hem muhafazakar Cumhurbaşkanı Turgut Özal, hem de sosyaldemokrat Başbakan Bülent Ecevit Gülen’i desteklemişlerdi. Ancak ordunun baskısı sonucu hükümetten çıkarılan Refah Partisi’nin yasaklanmasından kısa bir süre sonra Gülen Hareketi de Milli Güvenlik Konseyi’nin hedef alanına düştü. Zira MGK hareketi ”Laik Devlet yapısını değiştirerek yerine dini kurallara dayallı bir devlet kurmayı amaçlamak”la suçlamıştı. Gülen de 1999 yılın Mart ayında ‘tedavi görmek amacıyla’ ABD’ye geçti. Kısa bir süre sonra da ATV’de ‘Hocaefendi’nin yandaşlarını devlet kurumlarına sızmaya çağırdığı gizli görüntüler yayınlandı: ”Bu açıdan Adliye’de, Mülkiye’de veya başka bir hayati müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti, öyde ferdi mecburiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o ünitelerde garantimizdir. (...) Erken vuruş diyeceğim çıkışlar yaparlarsa, dünya Cezayir’deki gibi başlarını eser. (...) Kendi düşünce sistemim adına varlığı, her tarafı fethetme, ele geçirme yolunu şahsen tercih ederim. Hususiyetle öyle devlet memuru olarak arkadaşlarımız kahramanlık yapamazlar, fuzuli kahramanlık olur.” Ardından hakkında dava açıldı. Gülen görüntülerin manipülasyondan ibaret olduğunu ve Marksistlerle ateistlerin kendisine karşı komplo kurduğunu iddia etti. 2003 yılında AKP’nin hükümete gelmesiyle davaya ara verildi, ardından 2006 yılında Gülen’in suçsuz olduğuna karar verildi. Artık Türkiye’ye dönmesinin önünde bir engel olmamasına rağmen, FBI tarafından korunan çiftliğinde kalmayı tercih etti. Ve geçtiğimiz yılın sonunda artık kalıcı olarak ABD’de kalmasına izin veren yeşil kartı aldı.

Oysa devlet kurumlarının ele geçirilmesi yöndeki konsept uygulanıyor bile. Güvenlik politikası ile ilgili Londra’da yayınlanan ‘Jane’s Defence Weekly Magazin’ dergisi 29 Ocak 2009’da ”Gülen Hareketi: Türkiye’deki Üçüncü Kuvvet” manşeti ile çıkmıştı. Gülen Hareketi ordu ve AKP yanında ülkenin üçüncü kuvvetiymiş. Zira çok sayıda milletvekili ve binlerce memur yanısıra üst düzeyli devlet yetkilileri de harekete bağlı. Gülen yandaşları AKP içerisinde siyasi etkiyi ele geçirdikten sonra şimdi de devlet iktidarını ele geçirmeyi hedefliyorlarmış. Özellikle polis ile iç istihbaratın hareketin denetimine geçtiği kaydediliyor. Eski bir içişleri bakanının tahminine göre polis memurlarının yüzde 70’i Fethullahçı.

Farklı düşünenlere tahammülsüzlük

Avrupa Birliği’nin müzakere süreci kapsamında sivil yapıların güçlendirilmesini resmi olarak talep ettikten sonra ‘terörle mücadele’ alanı ordudan polise devredildi. Söz konusu devirden beri polis, Gülen Hareketi’ni eleştiren herkese karşı aşırı güç kullanıyor. Neredeyse her hafta laik milliyetçiler ve Kemalistler, Kürt aktivistler, Komünistler, sendikacılar ve rakip islamcılara karşı tutuklamalar gerçekleştiriliyor. Özellikle son iki yıl içinde, Ergenekon üyesi olmakla suçlanan 100’ü aşkın general, milliyetçi gazeteci, avukat, siyasetçi ve mafyacı tutuklandı. ‘Derin devlet’ olarak da isimlendirilen Ergenekon’un Ermeni gazeteci Hrant Dink gibi sayısız insanın ölümünden sorumlu olduğu ve İslamcı hükümete karşı askeri darbe hazırlıklarında olduğu iddia ediliyor. İnsan hakları savunucuları, Ergenekon soruşturması kapsamında 1990’lı yıllarda 17 bin Kürdün ölümüne neden olan ‘faili meçhul’ cinayetlerindeki siyasetçi parmağının dile getirilmesini umut etmişlerdi. Ancak söz konusu operasyonların, her şeyden önce ordu içinde ABD’nin politikasına karşı çıkanlara yönelik bir temizlik operasyonu olduğu anlaşıldı. Örneğin tutuklu bulunan MGK eski başkanı Tuncer Kılınç Türkiye’nin NATO’dan çıkıp, Rusya ve İran ile daha sıkı ilişkiler geliştirmesini istemişti. Marksist siyaset bilimcisi Haluk Gerger, 6 Mart’ta gazetemize verdiği demeçte konuyla ilgili şu yorumu yapmıştı: ”Ordu içindeki yüksek pozisyonlar üzerindeki kontrolü yeniden kazanmaya çalışan AKP hükümeti, Kemalist rakiplerine karşı ABD’den destek alıyor. Başbakan Erdoğan hükümetinin ABD’den ve CIA’den yeşil ışık almadan böylesi bir operasyon gerçekleştirme durumunda olmadığı açıktır.”

Batıdan yana, ekonomik açıdan neoliberal bir çizginin sahibi olan AKP ve Gülen Hareketi’nin İslamcıları artık Batı’nın yeni ajanları olarak giderek güç kaybeden ve ülkeye hakim olma konusunda yeterince esnek olmayan Laik-Kemalist bürokrasinin yerine geçti. Temel Kemalist muhalefet partisi olan CHP artık AKP’yi ‘F-Tipi Yapısı’ (Fethullahçılar kastediliyor) ile ‘kendi derin devletini’ kurmakla suçluyor.

PKK’ye karşı mücadele

Gülen Hareketi’nin hedefinde bugün artık özellikle Kürt bölgeler var. Zira 1990’lı yıllarda ordunun onayı ile binlerce PKK yandaşını katleden Kürt Hizbullahı burada son yıllarda yasal derneklerden oluşan kapsamlı bir ağ oluşturdu. Gülen daha önce Hizbullah şeklindeki bir İslamcı tehdide dikkat çektiğinde, Hizbullah da ikisi arasında mücadelenin başlaması durumunda Kürt bölgelerindeki Gülen Hareketi’ni rahatlıkla imha edebileceği şeklindeki tehdit ile karşılık vermişti. Fakat Gülen Hareketi’nin daha fazla genişlemesinin önündeki temel engel, sol Kürt Özgürlük Hareketidir. PKK yöneticilerinden Murat Karayılan, Kemalist ‘Milliyet’ gazetesinden Hasan Cemal’in kendisiyle yapmış olduğu söyleşide PKK’yi bölgede laik bir güç olarak nitelendiriyor: ”Varsayalım PKK bastırıldı, bitirildi. O zaman ne olur bölge biliyor musunuz, gericiliğin merkezi olur Güneydoğu”. Gülen’in çokça övülen hoşgörüsü sadece ateistler ve komünistler değil, Kürtler ve Aleviler de söz konusu olunca sınırlarına dayanıyor. Gülen, bu kesimlerin hakları ile ilgili talepleri ”Bu vatandaşlar kendilerini Türk olarak hissediyorsa, bizleri bölebilecek bir şey söz konusu olmaz” sözleri ile reddediyor. Son olarak Türk Diyanet İşleri Bakanlığı tarafından Kürtçe’ye çevirisi yaptırılan Kuran, aslında Gülen’in Kürt sorununa ilişkin öngördüğü ‘çözümü’ oldukça güzel bir şekilde simgeliyor. Kürt kimliğini resmi olarak tanımak yerine, çoğunlukla Müslüman olan Kürtlerin asgari kültürel haklarla İslamiyet adına Türk devletine bağlanması amaçlanıyor. Kemalistlerin agresif bir savaş ile gerçekleştirmeye çalıştıkları zoraki asimilasyon başarısızlığa uğrayıp, PKK’yi daha da güçlendirirken, Gülen ve AKP, kültürel hegemonyanın oluşturulmasına dayalı sonuç alıcı bir asimilasyon politikasının sahibidirler. Texas Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışan Kürt kökenli Aland Mizell’in ifadelerine başvuracak olursak; ”Gülen, Osmanlı ideolojisini okullarında vurgulayarak Kürtleri asimile etmeye çalışıyor. Bu şekilde, Kürtlerin kendilerini Kürt olarak değil de, daha çok Osmanlı Türk olarak görmesi hedefleniyor.”

Bu açıdan baktığımızda Gülen yandaşı olarak değerlendirilen Türk Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün resmi bir şekilde Kürt sorununun çözümünü talep ederken, yerel seçimlerden bölgedeki birinci güç olarak çıkan Demokratik Toplum Partisi’nin yönetici ve üyelerine karşı tutuklama operasyonlarının gerçekleştiriliyor olması daha da anlaşılırdır. DTP tarafından savunulan kadın özgürlük ve yerel demokrasi politikası, Gülen’in gerici dünya görüşü ile çelişiyor. Gülen Hareketi’ne bağlı özel televizyon ‘Samanyolu’nda yayımlanan ‘Tek Türkiye’ isimli dizi de Türk toplumunun Kürtlere karşı kışkırtılmasına hizmet ediyor. Söz konusu dizide bir Türkçe öğretmeni bir Kürt köyünü modernleştirmeyi çalışıyor. Gerici olarak yansıtılan köylüler dizide ‘dinsiz, domuz etini yiyen PKK’lilerin etkisindeler.

ABD’nin piyonu

Gülen Hareketi Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra hem Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan, hem de Gürcistan ve Rusya’da çok sayıda okul ve şirket kurdu. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel eski Sovyetler Birliği üyesi bu ülkelerdeki meslektaşlarına resmi referans göndererek, Gülen Cemaati’ne ait okullara destek verilmesini istemişti.

Türk siyasi eliti, Gülen Hareketi’nin buradaki çalışmalarını petrol ve gaz kaynaklarından dolayı önem teşkil eden Kafkas bölgesine kültürel ve ekonomik giriş yapmak için araç olarak değerlendiriyor. Ancak bu bakış açısı siyasi elitlerle sınırlı değil. Eski bir FBI ajanı çalışanı olan Sibel Edmonds bu okulların CIA çalışanlarının bölgedeki gizli operasyonlarında kullandığı bir cephe olduğunu ve öğretmenlerin çoğunun diplomat pasaportuna sahip olduğunu yazmıştı: ”ABD yönetimi Türkiye’yi temsilci olarak kullanıyor. Pantürk milliyetçilik ve dinin desteği ile Ortaasya’daki etki alanını genişletmeye çalışıyor.” Rus iç istihbarat örgütü FSB’nin direktörü Nikolai Patrushev da 2002 yılında Nurcu tarikatına ait şirket ve vakıfların CIA’nin kamuflaj örgütleri olarak kullanıldığı ve pantürk propagandanın yayılması ile Rusya karşıtı eylemlerde bulunduğu uyarısında bulunmuştu. 2008 yılın baharında Rusya’daki Gülen okullarının kapatılmasından sonra Nurcu tarikatının bütün faaliyetleri de ülkenin en üst mahkemesi tarafından yasaklanmıştı. Mahkeme kararında ”aşırı dinci grubun” ağırlıkta Müslümanların yaşadığı bölgelerde ”dini bölücülüğü” cesaretlendirdiği ifade edilmişti. Gülen Hareketi’ne bağlı okullar Özbekistan’da da kapatıldı. Geçtiğimiz Şubat ayında Buhara’da 11 Gülen yandaşı ”irticai ve dini propaganda” nedeniyle 8 yıla kadar hapse mahkum edildi. Özbekistan devlet televizyonu da Gülen Hareketi’ni Pantürkçülük propagandası ile Özbek kültürünü yıkmaya çalışmakla suçladı.

Gülen Hareketi Kuzey Irak’taki Kürt Otonom Bölgesi’nde bile KDP ve YNK’nin desteğiyle şimdiden 15 okul ve bir üniversite açtı. Zira iki partinin lideri de Nakşibendi tarikatına üyedir. Söz konusu okullarda eğitim dili Türkçe ve İngilizce iken, aralarında KDP ve YNK’nin üst düzey yetkililerin oğullarının da bulunduğu öğrenciler derse başlamadan önce Türk marşını okuyor.

Fethullah Gülen, Türkiye’nin Ayetullah Homeyni’si değildir. Gülen jeopolitik açıdan önem teşkil eden (Balkan, Arap dünyası, Rusya sınırı ve Çin Seddi arasındaki) bölgede bir Neo-Osmanlı hegemonya projesini hayata geçirip, bunu bölgedeki temel güç haline getirmeyi amaçlıyor. Texas’ta bulunan jeopolitik düşünce kuruluşu ‘Stratfor’un kurucusu George Friedman bu planın çok da gerçek dışı olmadığı kanısında. Muhafazakar bir analizci olan Friedman, kısa bir süre önce yayınlanan ve yok satan ‘Gelecek 100 Yıl’ adlı kitabında İslam dünyasının örgütlenmesi durumunda, Türkiye’nin ”500 yıldan beri yaptığı gibi” başa geçeceğini yazıyor.

NİCK BRAUNS

 

(19 Haziran 2009 Junge Welt) Çeviren: Meral Çiçek